Makaleler

TARİHTEN DERS ALMAK: TÜRKİYE’DE ALEVİ KİMLİĞİNE YÖNELİK ÖNYARGILAR VE TOPLUMSAL BARIŞ

Aşağıda kısaca sıraladığımız tarihi belgelerle kanıtlı olaylar, bugün bile Alevi toplumunun hafızasında derin izler bırakmıştır. Osmanlı-Safevi Savaşları tarihsel bağlamda yalnızca iki devletin siyasi mücadelesi değil, aynı zamanda mezhepsel farklılıkların kanlı çatışmalara dönüştüğü, yüz binlerce insanın yaşamını, kimliğini ve toplumsal konumunu etkileyen derin bir trajedidir. Bu trajedinin merkezinde yer alan Dersim bölgesi ve Alevi topluluklarının yaşadığı süreçleri, belgeler, fermanlar, tarihi anlatılar ve akademik çalışmalar ışığında ele almaktayız,

Alevi toplumu, tarih boyunca birçok kez ötekileştirilmiş, inançları nedeniyle hedef alınmış ve siyasi hesaplaşmaların nesnesi haline getirilmiştir. Osmanlı-Safevi çatışmasının en yoğun yaşandığı 16. yüzyılda bu mezhepsel ayrım devlet politikasıyla birlikte, aynı zamanda dini fetvalar ve toplumsal kışkırtmalarla da desteklenmiştir. Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlisi’nin oynadığı roller, Osmanlı’nın Doğu siyaseti kadar, içteki farklılıklarla nasıl başa çıktığının da bir göstergesidir.

Alevi toplumunun yaşadığı tarihsel kırılmaları anlamakla kalmayıp, bugünün toplumsal barışı için de bir ayna olarak almalıyız bu yaşananları. Hoşgörünün, çoğulculuğun ve inançlara saygının önemi, bu tür tarihsel acılardan çıkarılacak en önemli derslerdendir. Unutmamalıyız ki, tarih, sadece hatırlamak değildir, ondan öğrenmek için de vardır. Tarih, yalnızca kazananların değil, kaybedenlerin ve mağdur edilenlerin de sesinin duyulması gereken bir alandır. Osmanlı-Safevi Savaşları sürecinde Alevi toplumunun maruz kaldığı kıyım bir inanç grubuna ve yanı sıra insanlığın ortak vicdanına karşı işlenmiş bir yara olarak değerlendirilmelidir. O dönemin acılarını belgeleyerek geçmişle yüzleşmeyi, bugünün siyasetinde ayrıştırıcı değil birleştirici dilin gerekliliğini ve toplumsal barışın kalıcı olabilmesi için tarihsel bilinçle hareket edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

Bir toplumun geleceği, geçmişte yaptığı hatalardan ders çıkarma iradesine bağlıdır. Alevi toplumunun tarihsel hafızasında yer etmiş bu olaylar, sadece Dersim’in değil, bütün Anadolu’nun ortak hafızasında bir uyarı niteliği taşımaktadır. Barış, adalet ve eşit yurttaşlık ilkeleriyle bezenmiş bir gelecek, bu bilinçle mümkün olabilir.

Türkiye, çok kültürlü ve çok inançlı bir coğrafyada kurulu bir devlettir. Bu çeşitlilik, aynı zamanda zenginliğimizin temelini oluşturmaktadır. Ancak ne yazık ki dönem dönem kullanılan ayrıştırıcı söylemler, toplumsal huzuru tehdit edecek seviyeye ulaşabilmektedir. Son olarak TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un Şırnak Üniversitesi’nde yaptığı konuşma bu bağlamda kamuoyunda ciddi bir rahatsızlık yaratmıştır.

Sayın Kurtulmuş’un tarihi olaylara referans vererek dile getirdiği sözler, özellikle Alevi toplumu başta olmak üzere birçok kesimde kaygıyla karşılanmıştır. Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlisi’nin Şah İsmail’e karşı oluşturduğu ittifakı yücelten bu açıklamalar, tarihi acıların tazelenmesine neden olmuştur. Oysa bu tür söylemler, geçmişin derin yaralarını hatırlatmakla kalmaz, aynı zamanda günümüzde de toplumsal çatışma riskini artırabilir.

Tarih bize sadece zaferleri değil, aynı zamanda hangi hataların nelere yol açtığını da gösterir. Yavuz Sultan Selim döneminde yaşanan Çaldıran Savaşı (1514), Osmanlı-Safevi rekabetinin bir sonucu olmakla birlikte, mezhepsel farklılıkların silahlı çatışmaya dönüşmesinin de acı bir örneğidir. Bu savaş sonrası Anadolu’daki Alevi topluluklar büyük acılar yaşamış, baskılara ve ayrımcılığa maruz kalmıştır.

İdris-i Bitlisi’nin o dönemdeki rolü de tarihsel bağlamda önemli olsa da, bu ittifakın sonuçları binlerce insanın hayatına mal olmuş, kardeşi kardeşe kırdıran bir çatışma yaratmıştır. Bu gibi tarihsel olaylar, bugünün siyasetinde örnek alınması gereken başarı hikâyeleri değildir. Tam tersine, bir daha yaşanmaması gereken ibretlik olaylar olarak görülmelidir.

Tarihte kullanılan mezhep temelli kışkırtıcı söylemler yaşandıkları dönemleri etkilediği gibi, sonraki yüzyılları da etkilemiştir. Osmanlı’dan günümüze kadar gelen ayrıştırıcı dilin yarattığı kutuplaşma, bugün hâlâ toplumun farklı kesimlerinde yankı bulmaktadır. Bu tür söylemlerin, siyasi fayda sağlama amacıyla tekrar gündeme getirilmesi, kısa vadede bazı çevrelere güç kazandırabilir; fakat uzun vadede ülkenin birlik ve beraberliğini zedeler.

Siyasetin dili birleştirici, uzlaştırıcı ve kapsayıcı olmalıdır. Özellikle devletin en üst düzey temsilcilerinden beklenen, halkı bir arada tutacak, kardeşliği ve barışı teşvik edecek sözler sarf etmeleridir. Alevilik gibi bu toprakların kadim inanç biçimlerinden birini düşmanlaştıran, ötekileştiren her türlü yaklaşım, toplumda onarılamaz kırılmalara yol açabilir.

Bugün bazı siyasi yaklaşımların tarihi ittifakları yeniden canlandırma çabası, “yeni Osmanlıcılık” adı altında farklı bir ayrıştırma projesine dönüşmektedir. Türk-Kürt ittifakları üzerinden yapılan tarihsel göndermeler, kimi zaman Aleviliği ötekileştiren bir anlatıya hizmet etmektedir. Oysa gerçek ittifak, toplumun tüm bileşenlerinin eşit yurttaşlık temelinde bir araya gelmesidir.

Alevi vatandaşlarımız, Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit ve onurlu bireyleridir. Bu ülkenin tarihine, kültürüne, müziğine, edebiyatına ve siyasetine büyük katkılar sunmuşlardır. Onları dışlayan, ötekileştiren ya da siyasi araç hâline getiren her yaklaşım, Türkiye’nin demokratik yapısına zarar verir.

Artık bu coğrafyada yeni çatışmalar değil, yeni barış hikâyeleri yazılmalıdır. Bunu sağlayacak olan da halkı ayrıştıran değil, birleştiren bir siyasi anlayıştır.

OSMANLI – SAFEVİ SAVAŞLARINDA DERSİM

(1501-1736)

Şah İsmail, savaşta Akkoyunluları yenilgiye uğrattıktan sonra, Diyarbakır-Palu-Eğil-Harput ve Çubukçun-Kiğı ve Çemişgezek’i 1508 yılında kuşatmış ve bu yerleri ele geçirmişti. Palu’yu Cimşit Bey’den zapt ederek İranlı Bahti Bey’i Palu valiliğine, Eğil’i Kasım Bey’den zapt ederek İranlı Mansur Bey’i Eğil valiliğine atamıştı.

Şeyh Haydar, 6.000 kişilik ordusu ile Kafkasya’ya yönelir ve Şirvan’ı ele geçirir. Uzun Hasan’ın 1478 yılında ölümü ile Sultanoğlu Yakup, Şirvan Savaşı’na yardım için Süleyman Bey komutasında kuvvet gönderir ve yapılan savaşta 1488 yılında Şeyh Haydar ölür. Şeyh Haydar’ın ölümü üzerine çocukları Yar Ali ve İsmail Sultan, Yakup tarafından İsfahan Kalesi’ndeki zindana atılırlar. Sultan Yakup’un ölümü ile yerine geçen oğlu Sultan Rüstem, Yar Ali ve İsmail’i serbest bırakarak onları Erdebil’e gönderir. Yar Ali bir süre sadık kaldıktan sonra Sultan Rüstem’e isyan eder ve çıkan savaşta 1492 yılında ölür. 1492 yılında henüz 6 yaşında olan İsmail, Geylan Hâkimi (Gilan) Şerif Hasan Han’ın himayesine verilir. O tarihte Akkoyunlu hükümdarı olan Ahmet Mirza, Şerif Hasan Han’dan İsmail’i memleketinden çıkarmasını ister, fakat Şerif Hasan Han, İsmail’i koruyarak onun kendi mıntıkasında olmadığını söyler.

Şah İsmail, Şerif Hasan Han’ın yanında gizlenmeye devam eder ve henüz 4 yaşında iken taraftarların İran-Lahican kentinde sancağı altında toplamayı başarır. Şah İsmail,7.000 kişilik Türk, Acem, Dersim’li, Gilan-Deylemlilerden oluşan ordusu ile babasının ve kardeşinin intikamını almak üzere Şirvan’a gelir ve 1501 yılında da Tebriz’i zapt ederek Akkoyunlu Devleti’ne son verir.

Şah İsmail Safevi Devleti

Şah İsmail, Tebriz’i aldıktan sonra Safevi Devleti’ni kurmuş ve kısa sürede etki alanını Tebriz’den Sivas’a kadar genişletmişti. Şah İsmail 1507 yılında Erciş ve Ahlat’ı alarak Bağdat’a yönelmişti. Şah İsmail Dulkadir ülkesini (Maraş) fethi döneminde, Musullu Gülabi Beyoğlu Emir Bey, Diyarbekir’e gelmiş ve Şah İsmail’e biat etmişti. Şah ve On İki İmam’ı kabul eden Safevi Devleti ise Osmanlı Devleti için çok tehdit oluşturmuştu. Şeyh Safi’nin çocukları ve tarikat pirleri olan Şeyh Sadreddin (1334-1392), Hakan Ali (1391-1429) ve Şeyh İbrahim (1429-1447) sahip oldukları itibarı korumayı başardılar. 1301’den 1447’ye kadar Safevi pirlerinin nüfusu arttı. Şeyh Cüneyt döneminde ise (1447-1460) ihtilalci hareketleri açığa çıkıyordu. Çünkü Cüneyt, dine olduğu kadar siyasi otoriteye de düşkündü. Ancak bu dini ve siyasi amaçları gerçekleştiren Şah İsmail idi (1501-1524) ve aldığı cesurca karar, yeni devlete On İki İmamlığı kabul ederek ceddi Şeyh Şafi’nin dini kimliğinden derin bir dönüşe imza attı. Hz. Ali soyundan gelen Şah İsmail, Allah’ın kitabı Kur’an, Hz. Peygamber ve Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’in yolunu sürdürmeyi amaçlıyordu. Mazlum ve ezilmiş insanlar, Ehl-i Beyt inanç anlayışı içerinde toplumsal taban bulmak yerini alıyor ve zamanla sayıları ve güçleri artarak bütün Ortadoğu’da yayılıyordu. Bu yayılma da Osmanlı Devleti için bir tehdit oluşturuyordu.

Safevi Devleti’nin kurulmasında yer alan aşiretlerde şunlardır

Bayat,Avşar, Çepni, Beğdili,Yivli, Hıntlı, Karaağlı, Karamanlı, Dulkadırlı, Varsaklı, Kaçarlı, Karadağlı, Eymurlu, Duziki, İğirmi, Ustacalu, Şamlu, Rumlu, Tekeli, Dalkadır, Sivekanlı, Kasar, Arapkirli, Turgutlu, Karanlı, Varsaklı, Dersimli, Elikan, Şeyh Hasanlu, Bozcalu, Acınlu, Hınıslı, Çemişgezekli, Kavi, Türkmenlu, Musullu, Taliş aşiretleri, Çekeni-Mansur, Tahran, Çağatay, Şeyhoğulları, Ağaçerili, Bayramlu Cek, Pürnek, Seyhavanli, Alpautlu, Baharlu, Canbek, Şadlu (Şadilli), Hacılu, Bayburtlu, Kurabanlılar, Kelhur, Varsaklu, Evoğlu, Karacadoğlu, Lur-lor, Boran boyları ve Hamadanlu, İspirlu, Oryatlılar, Asayişoğlu, Karabacaklu, Boraklu, Kırıklı, Hacı Fakihlu, Solaklı, Kana Comaklı, Hamzalu, Karakoyunlu, Peyklu, İnallı, Mahmudlu, Kuhpileyelu, Gözübeyazı, Zülkadirlu, Sılsüpürlu, Çakırlu gibi oymak ve aşiretlerden oluşan ordunun 52.770 kişiden olduğuna dair Topkapı Saray Kütüphanesi’nde bulunan Şahname-i Al-i Osman adlı yazma eserde dökümünü gösteren tabloda belirtilmiştir. Bu aşirette ve oymaklar, Safevi-Osmanlı arasında 1514 yılında yapılan Çaldıran Savaşı’nda, Safevi Devleti’nin çekirdek ordusunu oluşturmuşlardır. Şah İsmail Tebriz’i aldıktan sonra Safevi devletini kurmuş ve kısa süre sonra etki alanını Tebriz’den Sivas’a kadar genişletmişti. Şah İsmail 1507 yılında Erciş ve Ahlat’ı alarak Bağdat’a yönelmişti. Dukadır ülkesini (Maraş) fethi döneminde, Musullu Güllabi Beyoğlu Emir bey Diyarbakır’a gelmiş ve Şah İsmail’e biat etmişti. Şah ordusuna katılınca Kızılbaş Tacını giyerek Ordu Komutanlığı’na atanmıştı. Diyarbakır (Amid)’i feth ederek, Muhammed Beğ Ustaçlu’yu buraya vali tayin etmişti. Böylece Şah İsmail kısa sürede Akkoyunlu Devleti’ni ortadan kaldırdığı gibi, bütün Kürdistan’ı da egemenliği altına aldı. On bir Kürt Beyi Şah İsmail’e bağlılıklarını bildirmek üzere yanına gittiklerinde Şah İsmail, Sason ve Şirvan Beyleri dışındaki diğer beyleri hapse attırdı. Şah İsmail ibadette bazı değişiklikler yaptı ve ibadete “Ve Eşhedü Enna Aliyül Veliyüllah” ibaresini ekledi.

Ehl-i Beyt İslam anlayışını bölgede yayması üzerine, Kürt bey ve emirleri Şah İsmail’e karşı bir bütün olarak karşı çıktı. Safevi fetih harekâtı, Kürt bey ve emirlerinin karşı saldırıları ile ve Osmanlıların da katkıları ile durduruldu. Palulu Cimşit Bey kendi özel kuvvetleri ile İranlı Bahti Bey’den Palu’yu geri aldı. Akkoyunlu Uzun Hasan’ın sarayında kâtiplik görevi yapan Hüsameddin Ali Bitlis-i bir süre sonra kendi iradesi ile saraydan ayrılır ve onun 1495 yılında ölümü ile oğlu El Bitlis-i Akkoyunlu Sultanı Rüstem’in yanında babası gibi Saray kâtipliği görevine atanır. 1501 tarihinde Şah İsmail, Akkoyunlu hâkimiyetine son verdikten sonra İdris-i Bitlisi, hacca gitmek bahanesi ile Sultan Rüstem’den izin ister ve Hicaz’a giderken yolunu değiştirip İstanbul’a gelir ve Osmanlı Sultanı II. Beyazıt’ın himayesine girer. II. Beyazıt İdris-i Bitlis’i saygı ile karşılar ve kendisine maaş bağlar. II. Beyazıt o sıralarda “Resmi Tarih” yazıcılığını başlatmak istediği için bu görevi İdris’e verir. İdris 30 ay içinde bu görevi yerine getirir ve Heşt-Behişt adını verdiği tarih kitabını hazırlayarak padişaha sunar. İdris-i Bitlisi, l5l2 yılında Kahire’deki Hac Emiri olan kardeşinin oğlu ile birlikte hacca gider. Bu tarihte II. Beyazıt vefat etmiş, oğlu Yavuz Selim tahta çıkmıştır. İdris Hac’dan İstanbul’a dönmek istemez, buradan Yavuz Selim’e yazdığı Farsça mektupta sarayda kendisini çekemeyenlerin bulunduğunu, yazdığı Heşt-Behişt kitabının bedelini alamadığını ve fakru sefalet içinde bulunduğunu, takdir edilmediğini şikâyet eder ve aile fertlerinin yanına gönderilmesi için yardım diler. Bu mektup üzerine Yavuz Selim, İdris’in tekrar İstanbul’a dönmesini ister ve kendisine para ile birlikte resmi davetiye gönderir. Bunun üzerine İdris aynı yıl İstanbul’a gelir ve Yavuz Selim kendisine büyük bir saygı göstererek Doğu siyaseti hakkında danışmanlık yapmak üzere onu sarayda görevlendirir. İdris bu görevini üstün başarı ile yerine getirir ve Yavuz Selim’in Şah İsmail ile yaptığı Çaldıran Savaşı’na katılır. Sultanla birlikte savaştan sonra Tebriz’e gider. Yavuz’un Tebriz’den ayrılmasından sonra Tebriz’de bir süre daha kalır ve Yavuz’un Çaldıran dönüşü kışladığı Amasya’daki karargâhına gelerek Yavuz Selim’le buluşur. İdris-i Bitlisi, Heşt-Behişt adlı kitabında aynen şu ifadeleri kullanmıştır:

“Tebriz’in fethinden dönüşümüzde Yavuz Selim bana Kürdistan’ın çeşitli yerlerindeki Kürt bey ve emirleri ile görüşmemi ve onların hepsini Osmanlı bayrağı altında Osmanlı Hükümeti’ne boyun eğmelerini söylememi emretti. Bu sıralarda Kürdistan Tebriz’den Malatya’ya kadar yayılıyordu. Ancak bu yoldaki çalışmamız istenilen sonuca ulaşamadı.”

İdris, Kürdistan’ı ikna yolu ile Osmanlı’ya bağlanması için birçok kez bölgeye giderek Kürt emir ve beyleri ile görüşmeler yaptı. İdris, 25 Kürt Beyi ile Hasankeyf’te bir araya gelerek beyleri ikna etti ve 25 Kürt Beyi Osmanlı ile ittifakı kabul ederek Cimşit Bey’e verdikleri yazılı belgeyi imza ettiler. Yavuz Bahadıroğlu’nun Mısır’a Doğru adlı eserinde Cimşit Bey’in Yavuz’a 25 Kürt Beyi’nin bağlılıklarını bildiren yazılı belge vermiş olması bu görüşü doğrulamaktadır. Bu dönemde İdris-i Bitlis’in bu çabaları sonuç verdi. Kürdistan’da yer yer isyanlar çıktı ve Diyarbakır halkı Şah İsmail’in atadığı Mehmet Han’ı Diyarbakır’dan çıkardılar. Kürt feodal Beyleri, Çaldıran Savaşı’ndan önce de Osmanlı ile Safeviler arasında cereyan eden eski Koçhisar yakınlarındaki Dede Kargın Savaşı’na katılmış ve savaşın kazanılmasında büyük rol oynamışlardı. Cimşit Bey, Çaldıran Savaşı’na kendi özel kuvvetleri ile tek başına iştirak etmiş ve keza kazanılmasına büyük katkılarda bulunmuştu. Mısır’a Doğru adlı eserde Cimşit Bey-Yavuz buluşmasında Yavuz’un Cimşit Bey’e hitaben “Çaldıran Savaşı’ndaki katkılarını unutmadığını” ifade etmiştir. Hoca Saadeddin’in Tacut-Tevarih adlı kitabında Bitlisli İdris’in Çaldıran Savaşı sonrası, Tebriz’den Amasya’ya geldikten sonra, Yavuz’un direktifi ile Kürt beylerini ikna için yöreye gönderildiğini yazmaktadır. Kürdistan’daki çalışmalarını şöyle izah etmektedir: “Yavuz, İdris’i Urmi ve Eşni yöresine gönderdi. Urmi ve Eşni Beylerli’ni (Bradost beyleri) ikna ederek, Osmanlı’ya boyun eğdirtti. Sonra sıra ile Soran Meliki Emir Seyit ile Erbil, İmadiye ve Bohti Beyleri’ni de ikna ettikten sonra Bitlis, Hizan ve Hasankeyf yöresine geçerek bu Beylikleri de devlete bağlamayı başardı. 16. yüzyılda Safavileri bertaraf etmek isteyen Osmanlı devlet yönetimi, Sunni İslam inancının Osmanlı İmparatorluğu’nun her tarafına yayılması için, Yavuz Sultan Selim ile başlayan özellikle Kanuni Sultan Süleyman zamanında Alevi köylere zorla cami yaptırma, bazı baskıcı yöntemlere başvuruldu. Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhitler adlı eserinde ve Osmanlı Arşivi kayıtları, merkezi yönetimin tarafında sıkı ve amansız bir zındık, mülhit ve Rafızi takibatının başladığını ve bunun artık hep sürdürdüğünü gösteriyor. Diyarbekir kuşatması sırasında halk işgale karşı direndi ve yardım için Amasya’daki karargâhında bulunan Yavuz Selim’den yardım istedi. Yavuz Selim derhal Hacı Bey komutasında bir miktar asker gönderdi ve bu kuvvetler Diyarbakır kuşatmasını yararak kaleye girmeyi başardı. Yavuz Selim bu arada İdris’e gönderdiği mektupta, Şah’ın barışma teklifini ret ettiğini ve yakında Kemah’ı zapt etmek için Safevi Kurt Bey’e karşı, eski Bitlis hâkimi Halit Bey’in oğulları olan Adilcevaz ve Erciş komutanları ile birleşip Karahan’a yardım etmelerini istedi. Bu kuvvetler Erciş’te toplandıkları sırada, İdris-i Bitlisi daha atik davranarak Bitlis-Hizan ve Sason Beylerinin müttefik kuvvetlerini topladı ve Safavi kuvvetlerine hücum ederek onları dağıttı. Diyarbakır kuşatması bir yıldan fazla sürdü. Halk, İdris’i padişahtan yardım göndermesi için sıkıştırmaya başladı. İdris Bitlisi, Hasankeyf’te iken Yavuz gönderdiği mektupta, Diyarbakır’ın kurtulması için Bıyıklı Mehmet’e emir verdiğini, ayrıca kendi tarafına geçmiş olan Kürt Beyleri aralarında birlik sağlanmasını İdris’ten istiyordu. İdris, Yavuz’un bu mektubu üzerine Palu Hakimi Cimşit Bey, Eğil Hakimi Kasım Bey, Çemişgezek, Çapakçur, Bitlis, Hasankeyf, Hizan, Harir ve Sason Beyleri’ni yeniden toplayarak Padişah’ın onlar hakkındaki iyi niyetlerini bildirdi. Bu sırada Safevi Kurt Bey’in Çabukçur’u kuşattığı haberini Bıyıklı Mehmet’e bildirerek, Kürdistan Beyleri ile birleşmek için en uygun yerin Hasankeyf olduğunu belirtti ve Palu Hâkimi Cimşit Bey, Eğil Hâkimi Kasım Bey ile Çemişgezek Hâkimi Hüseyin Bey 10.000 kişilik bir kuvvetle Hasankeyf’e gelerek İdris ve Bıyıklı Mehmet Paşa ile buluştular. Bu Beyler, Safevi Kurt Bey’in Çabukçur kuşatmasını kaldırarak onun Diyarbakır’a girmesini de engellediler. Hasankeyf’te yapılan bu buluşmadan sonra, bu kuvvetler Diyarbekir üzerine yürüdüler ve Amasya Beylerbeyi Şadi Paşa komutasındaki 5.000 kişilik kuvvetle Cimşid Bey, Kasım Bey ve Hüseyin Bey’in kuvvetleri ile birleştiler. Bu birleşik kuvvetin, Diyarbekir’in Osmanlı Devleti’nin Aleviler’e karşı tutumu ile ilgili olarak Safeviler, Akkoyunlu Devleti’nin yıkılmasından sonra İran’da kurulmuş bir Ehl-i Beyt Devleti’dir. Devletin kurucusu Şah İsmail anne tarafından Uzun Hasan’ın torunu, baba tarafından Erdebil Şeyhi Safiyüddin soyundan gelmekte idi. Şah İsmail büyüyüp durumu uygun bulunca harekete geçti, Safevi Devleti’ni kurdu (1501). Şah İsmail önce Azerbaycan (1502), sonra Şiraz ve Bağdat’ı ele geçirdi. Daha sonra Safeviler, Çaldıran Savaşı’ndan sonra Osmanlılarla savaştılar. Bu savaşlar Kanuni Sultan Süleyman, III. Murat, I. Ahmet, IV. Murat ve III. Ahmet’in Osmanlı padişahlıkları döneminde de ara vermeden ve antlaşmalarla devam etti.

Yavuz Sultan Selim (1512-1520)

Yavuz Sultan Selim padişahlığı sekiz yıl sürdü. Babası II. Bayezid’i Çorlu civarında zehirleterek öldürttü.1512 yılında tahta çıktı, Ağabeyi Korkut’u ve oğlunu Emet kasabasında boğdurup, Orhan Gazi türbesine gömdürdü. Diğer ağabeyi Şahın Şah’ın oğlu Mehmet ile diğer ağabeyi Âlem Şah’ın oğlu Osman’ı boğdurdu. Ağabeyi şehzade Korkut’u taht için tehdit olabileceğini düşünerek Kütahya Emet’te astırarak idam ettirdi. Ahmet’in oğulları Süleyman ile Alaattin Kahire’ye kaçtılar. Orda yakalanarak öldürttü. Saruhan Sancak Beyi görevini yürüten şehzadede Mahmut’un oğulları Osman, Emir, Orhan Musa ve Mehmet boğdurtarak öldürttü.

Yavuz Sultan Selim, babası ile ağabeyi altı yeğeni ve üç vezirini yargılamadan öldürtmüştür. Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemi padişahlarındandı.

Şehzade Ahmet’in oğlu Kasım’ı Mısır’da yakalatıp kafasını keserek öldürttü. Öldürülen şehzadelerin eşlerini de öldürttü. Şehzade Ahmet’in oğlu Murat öldürüleceğini anlayınca Şah İsmail’e sığındı. Safevi topraklarında yaşamını tamamladı. Yavuz Sultan Selim kendi iktidarını döneminde ailesinden 14 kişi öldürterek Osmanlı tahtına hâkim olan bir padişahtır.

Kara köprü mevkiine geldiğini haber alan Karahan, Diyarbakır kuşatmasını kaldırarak Mardin’e kaçmak zorunda kaldı. Diyarbakır geri alındı. Bayat, Aşar, Çepni, Beydili, Uma, Emir, Baydın, Rumlu, Ustaculu, Şamlı, Tekeli, Dulkadirli gibi aşiretler Şah İsmail’in safında yer aldılar. Diyarbakır’ın fethinden sonra Osmanlı ve Kürt kuvvetleri kaçan Karahan’ın ordularını takip ettiler ve çıkan bir çarpışmada Karahan öldürüldü. Bu savaş sonunda da Ergani, Sincer, Tilafur, Çermik ve Birecik Osmanlıların eline geçti. Mardin Kalesi’ne giren Safevi askerleri direnmeye başladılar. Hüsrev Paşa kaleyi kuşattığı halde kaleyi alamadılar. Bu sırada Suriye’de savaşta bulunan Yavuz Selim, Bıyıklı Mehmet Paşa komutasında ek kuvvet göndererek kalenin düşmesini sağladı. Bu savaş sonunda da Mardin, Urfa, Hasankeyf ve Rakka kaleleri Osmanlı hâkimiyetine girdi.

XVI. yy.’da Osmanlı-Safevi çekişmesi devam etti. Safeviler özellikle Doğu Anadolu’da örgütlenmeye ve ekonomik destek alarak çatışmalara hız verdiler. Şah İsmail, halife adı altında yetenekli, kültürlü, nitelikli ve propagandist kişileri Anadolu’ya gönderdi. Bu amaçla Dersim yöresine de Nur Ali’yi halife olarak tayin etti. Osmanlı kuvvetleri, Çemişgezek Beyi Pir Hüseyin ile Bıyıklı Mehmet ve Mora Beylerbeyi’nden oluşan kuvvetleriyle Safeviler’in Anadolu’daki Halifesi olan Nur Ali kuvvetleri, Dersim’e bağlı Ovacık ilçesinin Tekir yaylasında çarpıştılar. Sonuçta Safevi taraftarı Nur Ali’nin kuvvetleri bozguna uğradı. Çemişgezek Beyi Pir Hüseyin bölgenin hâkimi ve bağımsız beyi haline geldi ve bölgeyi 30 yıl yönetmeyi sürdürdü

Yavuz Sultan Selim kimdir?

Yavuz Sultan Selim Çaldıran Savaşı öncesi Anadolu’daki Alevi kırımıyla ilgili çıkarılan fetva, mektup ve raporların bazıları da şunlardır.

(…) Padişah hazretleri Anadolu’da oturduğu zamanlar, Kızılbaşları denetlemek için il valilerine fermanlar göndermiş ve yedi yaşından yukarıda olanlardan, ne kadar iğrenç güruha ait varsa, eşkıyanın adlarını defter ettirmişti. Toplamı kırk bin olan bu eşkıyaların kimi öldürülmüş, kimi tutsak edilmiştir. Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Devleti’nin bekasını tehlikeye atan Sefavi Devleti’nin üzerine sefere çıkmadan önce, Hamza Nureddin Sarugürz’den Kızılbaşların öldürülmesine ilişkin fetva alır.

Yavuz Selim döneminde müftülük payesi verilmiş Hamza adlı bir din adamının, tüm Aleviler’in öldürülmesi hakkında insanlığın hiçbir zaman bağışlamayacağı fermanlar vermesi de ibret vericidir. Bu din adamının fetvası aynen şöyle başlamaktadır:

1. Ferman:

Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki reisleri Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimiz’in şeriatını, sünnetini, İslam dinini, din ilmini iyi ve doğruyu beyan eden Kur’an’ı küçük gördüler. Yüce Tanrı’nın yasakladığı günahlara helal gözü ile baktılar. Kutsal Kur’an’ı, öteki dini günahları tahkir ettiler. Onları ateşe atarak yaktılar. Hatta kendi malum reislerini Tanrı yerine koyup ona secde ettiler. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e sövüp onların halefeliklerini inkâr ettiler. Peygamberimiz’in karısı Ayşe anamıza iftira edip sövdüler. Peygamberimiz’in şeriatını ve İslam dinini ortadan kaldırmayı düşündüler. Onların burada bahsedilen ve bunlara benzeyen öteki kötü sözleri ve hakaretleri benim ve İslam dininin öteki âlimleri tarafından açıkça bilinmektedir. Bu nedenlerden ötürü şeriat hükmünün ve kitabımızın verdiği haklarla, bu topluluğun dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar kâfir ve dinsizdirler. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların vazifesidir. Bu arada Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri yüce cennettir. O kâfirlerden ölenler ise kâfir olup cehennemin dibinde yer tutacaklardır. Bu topluluğun durumu, kâfirlerin halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği veya gerek şahinle, gerek ok ile gerekse köpek ile avladığı hayvan mundardır. Onların gerek kendi aralarında, gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlilikler muteber değildir. Bunlara miras bırakılmaz. Sadece İslam’ın sultanlarının onlara ait kasaba varsa o kasabanın bütün insanlarını öldürüp, mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu mallar, İslam gazileri arasında taksim edilmelidir. Bu toplanmadan sonra onların tövbe ve nedametlerine inanılmamalı ve hepsi öldürülmelidir. Hatta bu şehirlerde onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu bilinen veya onlarla birlikte olduğu tespit edilen kimseler kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten dolayı öldürülmesi vaciptir. Bize yardım edenlere Allah yardım eder. Müslüman’a kötülük yapanlar, Allah’a kötülük eder.

Osmanlı padişahlarının Aleviler hakkında verdikleri birkaç fermanla devam edelim:

2. Ferman

Kastamonu-Küre-Taşköprü Kadılarına: Taşköprü ilçesine bağlı Hamit Yügi halkı tarafından yüce İlyas Dergâhına yakınlık duyan Hacı Yörük-Kırcı Kaya ve Kızılca Viran köylerinde Kızılbaş olan kimselerin dergâha giderek ilişkiler kurdukları, Recep adındaki Kızılbaş ile gece vakti bir eve giderek cem ve cemaat yaptıkları, saz ve çalgı çaldıkları, birlikte eğlendikleri, eğlence sonrasında mum söndürüp birbirinin avratlarıyla ilişki kurdukları bildirilmiştir.

Gerekli inceleme ve araştırma yapılarak, bildirilen cem ve cemaat gerçekten yapılıyorsa yapılan cem’lere anında baskın yapılarak ilgililerin tutuklanıp hapsedilmeleri, resimleriyle birlikte isim listelerinin bildirilmesi ferman olmuştur. (1571 2. Selim)

3. Ferman

Niksar’daki Kızılbaşların Hapsedilmesi Hakkında Niksar Kadısı’na: Mevlana Seyyit Mustafa tarafından bildirildiğine göre, oradaki zaviyelerden (Küçük Tekke) Şeyh olan Kirdiven, Çırak Ali ve yandaşlarının Kızılbaş oldukları, bunların zaman zaman toplanıp cem ve cemaat yaptıkları şikayet edilmiştir. Belirlenen olay gerçek ise adı geçen zaviyeye gidilerek ya da müfettiş gönderilerek gerekli araştırmanın yapılması, adı geçen kişilerin gerçekten Rafızi oldukları, cem ve cemaat yaptıkları tespiti durumunda bunların yakalanıp Sürüşür (Kızılbaş) Defteri’ne kayıt edilerek hapsedilmeleri ve kürek mahkûmu olarak gönderilmek üzere isimlerinin bildirilmesi ferman olmuştur. (1572 2. Selim)

Bu fetvalara dayanarak, Anadolu’da 7 yaşından 70 yaşına kadar 40 binden fazla Kızılbaş’ı katledip birçoğunu da hapsettiği o dönemden İdris-i Bitlis’inin İdris-i Bitlisi adlı eserinde şöyle bahsetmektedir; İdris-i Bitlis’inin Selim Şah-nâme adlı eserinde bu konuda yazdıkları aşağıdadır:

“Bilgin tabiatlı sultan, bu topluluğa (Kızılbaş) bağlananları kısım kısım, isim isim kaydetmeleri için her yöreye bilgili kâtipler gönderdi. Yediden yetmişe herkesin adının yüce makamlı divana getirilmesini istedi. Yazıcılar isimleri deftere kaydedince yaşlı ve gençlerden oluşan kayıtların sayısı kırk bin oldu. Ulaklar yazılan defterleri her yörenin hâkimine ulaştırdıktan sonra her yörede keskin kılıç, adım adım yazılanlara yöneldi. Bu öldürülenlerin sayısı hesaplanan kırk bini de aştı.

Bu işte sadakatle davranılmasını bildirerek merhametin gözetilmesini buyurdu. Sakın mazluma âfet ulaşmasın, halkın şikâyeti son hadde varmasın. Fakat mübaşir bu konuda emaneti tam olarak yerine getirmedi. Mala tamah ederek kan döktü, yaşla kuru birbirine karıştı. O kimsede hıyanet düşüncesi yoktu, fakat tamah, şeytan gibi yoldan çıkardı ne fayda; hesap ve ceza günü amelinin karşılığını Allah’tan görecektir. Osmanlılar-Safeviler arasında 23 Ağustos 1514 günü yapılan Çaldıran Savaşı, Osmanlı tarihinin önemli savaşlarından biridir. Hacı Rüstem, Şah İsmail ordusunda yer aldı. Savaş Osmanlıların galibiyeti ile sonuçlanınca Yavuz Selim, Tebriz’e doğru ilerledi. Hacı Rüstem de Merend yakınlarındaki Yam denilen bölgede Yavuz Selim’e katılmak istedi. Fakat Yavuz aynı gün onu, ailesini ve yakın çevresine mensup Dersimli 40 kişiyi öldürttü. Pir Hüseyin Irak’ta babası Hacı Rüstem’in Yavuz Selim tarafından Tebriz’de öldürüldüğünü haber alınca, Mısır sultanlarına gitmek istese de caydırıldı. O da babasını ve yakın çevresini öldürten Yavuz Selim’den yana tavır aldı. Bunun üzerine Yavuz Selim babasının mülkünü, Dersim ve çevresini Pir Hüseyin’e bıraktı. Öte yandan bunalım ve halkın genel hoşnutsuzluğunu da akıllıca kullanmasını bilen İran hükümdarı Şah İsmail, Anadolu’daki taraftarlarıyla ilişkilerini sürdürdü. Anadolu’daki kitleler üzerindeki dinsel etkinliğini egemenliğe dönüştürmek istedi. Osmanlı-İran arasındaki çatışmalar inançsal, felsefi ve ekonomik nedenlere dayanmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonomik bunalımın artması, Şah İsmail’in Anadolu’daki etkinliğinin gelişmesine neden oluyordu. Şah İsmail’in gönderdiği taraftarları aracılığıyla Alevi etkinliğini arttırması üzerine Yavuz Selim, Anadolu’daki Alevi etkinliğini ortadan kaldırmak için, Ahmet Refik’in belirttiği gibi “Şii” (Alevi) ya da Kızılbaş olarak bilinen yönetim muhaliflerine karşı sert ve acımasız yöntemlere başvurdu. Nitekim Yavuz’un emriyle Şeyhülislam’dan fermanlar çıkartıldı. Bu fermanlardan bazıları şu başlıkları taşıyordu:

Elbistan’da bir Kızılbaş’ın katiline dair, Seydi Gazi Zaviyesi’ne ve müritlerine dair, Sarı Saltuk Baba Zaviyesi’ne dair, Amasya’daki Kızılbaşların cezalandırılmasına dair. Bunlarla birlikte Yavuz, yedi yaşından büyük tüm muhalif Şii (Alevi) Kızılbaşların kütüklerinin yazılmasını emretti. Bu emirle 40.000’den fazla kişi tespit edilip öldürülmüştür. Öldürülenlerin tümü Dersimliydi ve Hacı Rüstem’in yakın çevresine mensuptular. Çetin Yetkin, Yavuz Selim’in bu hareketini Türk halkının hiçbir zaman bağışlamaması gereken bir olay olarak değerlendirmiştir.

4. Ferman:

Osmanlı uleması; Sultan Selim’e Kızılbaşları tamamen yok etmesi için aşırı telkinlerde de bulunur. Bunlardan biri Ali bin Abdülkerim Halife’dir. O, Sultan Selim’in tahta çıkmasından hemen sonra bir rapor sunar. Raporda; “… üşde bir zaman geldi kim Rum memleketinin halkının çoğu Erdebili olup kâfir oldu. … Erdebil gelürse hep uyarız, tâbi oluruz didiler, nice fâsid fikirlere meşgul oldular. … ah kanı gayret-i İslam? Bu mel’unlar ‘Şah, Şah!’ dirler, niçin mü’minler ‘Allah Allah!’ dimezler? Ve bunlara kılıç çalmazlar? … Ey güzel Sultan Selim! Heman gayret-i İslam sizde kalmıştır. Bu kâfirleri hep kırmak gerekir. Zira bunlar münkir-i kelamullahdır, câhid-i dinullahdır, hâdim-i şer’ullahdır” gibi sözlerin yanı sıra, Kızılbaşlara ait tekkelerin mescide çevrilip, kendilerinin de öldürülmesini tavsiye eder. İlk etapta askeri ikna için Kızılbaşları kötüleyen ve onların öldürülmesinin hak olduğunu içeren fetvalar ve resaleler, sonraki yıllarda halk arasında da yankı bulmuş ve asırlarca süren karşılıklı mezhep düşmanlığına sebep olmuştur.

Yeniçerilerin Yavuz’a gönderdikleri mektupta; Anadolu’da 45 bin, İran topraklarında 20 bin sapıklıkla ve inançsızlıkla suçlanan kişilerin öldürüldüğü belirtiliyor. Yeniçerilerin mektuplarında… Ali Allah dostudur… Hepimiz biliyoruz Ali, Allah’ın dostudur ve imamlarımızdandır. Birdir bahsi etmeleri Yavuz Sultan Selim’i tedirgin etmiştir. Selim Han, Acem ülkesine savaşa kesin karar verdiler. Ulemadan Kızılbaşlarla savaşmanın caiz olup olmadığına dair fetva vermelerini istediler. Ulema, Kızılbaşlarla yapılacak savaşın kâfirlerle yapılacak savaşlardan daha üstün olduğunu bildirip, savaşın olumluluğuna oybirliğiyle karar verdiler. (…) önceden eyalet valilerinden tespit edilebilen kırk bin Kızılbaşın adlarını içeren defter geldi. Selim Han, hepsinin öldürülmesini buyurdu. Bundan önce ayağı uğurlu Padişah, Rum diyarında yerleşmiş bulunan Kızılbaş tutkunlarını ve Alevi tavşanlarını araştırmak için ülke yöneticilerine uyulması gerekli buyruklar gönderip, yediden yetmişe varınca o yaramazlardan kimliği saptanan eşkıyanın adları defter olunub mutlu kapuya bildirilmesine ferman-ı hümayun çıkmıştı. Cihanda Geçerli bu buyruk gereğince yöneticilerin araştırma ve taramalarıyla sayıları kırk bini bulan bunların kimi ortadan kaldırılıp, kimi de hapse attırıldı.

Kürt beylerinden Bitlis Emiri IV. Şerefhan (1504-1534)’ın Çaldıran Savaşı’ndan önce Safevi Devleti hükümdarı Şah İsmail’in hazırlık ve durumu hakkında Bıyıklı Mehmet Paşa’ya gizli olarak tahminen 1513- 14’lerde gönderdiği birinci mektup:

(…) Şah’ın Meraga’da bulunduğunu, Ustaclı Şah Mul Bey’in Horasan’dan ve Diyarbakır’da bulunan kardeşi Ustaclu Mehmet Bey’in Esterabâd’dan beş bin nefere yakın bir kuvvetle Şah’ın yanına geldiklerini, şimdi Şah’ın silah ve teçhizat sağlamakla meşgul bulunduğunu, bazı emirlerin, Han-Beyoğlu’nun, Yenişehir ve Van hâkimlerinin Erciş civarında toplanarak fitne ve fesat hazırlıklarıyla uğraştıklarını (…)

Şerefhan’ın Bıyıklı Mehmet Paşa’ya gönderdiği ikinci mektup:

“Şah’ın ve Kızılbaş taifesinin haince fikir ve hareketlerini öğrenmek üzere gönderdiği casusun döndüğünü, verdiği bilgiye göre, Şah’ın bundan evvel Karaağaç kışlağına gittiğini, orada silah ve zahire tedariki ile uğraştığını, bu günlerde Şirvan’dan bir saldırı tasarlamakta olduğunun anlaşıldığını, Zilhicce ayı başlarında bir müddet avlanmakta vakit geçirdiğini, sonra bütün maiyeti ve askerleriyle Nahçıvan taraflarına gittiğini ünlü emirlerinden Dev-Ali, Durmuş Şamlu, Narin Bey ve diğer bazı hain Kürt Beyleri, meselâ Kert Bey, Baykar Bey, Fesatçı Halit’in oğlu ve Mervar Sultanı’nın Şah’ın yanında bulunduklarını, maiyetinde tahminen on bin kadar asker bulunduğunu, Horasan ahalisinin Kızılbaş hareketlerinden asla memnun olmadıklarını, hatta Horasanlı askerlerden Bercendi, Pervis Bey, Sufioğlu Ahmet Bey gibi bazı kimselerin Şah’ın ve Kızılbaş taifesinin teşebbüs ve hareketleri hakkında kendisine “casus” haber yetiştirmekte oldukları gibi hususların öğrenildiğini.

Nur Ali Halife (Nurettin) olayı ve Şah İsmail adına asker toplaması: Bu sırada Şah İsmail halifelerinden Nureddin adında birini, dinsizlik ve Kızılbaşlık mezhebine eğilim duyan Varsak, Avşarlu, Karamanlu, Turgutlu, Bozuklu, Tekelü, Hamüdlü Türkmenlerinden asker toplaması için Anadolu(Rum)’ya göndermişti. Nureddin’in çevresinde, yukarıda belirtilen Türkmen boylarından otuzbin kadar asker toplandı. Durumu öğrenen Sultan Ahmet, önce veziri Yularkıstı Sinan Paşa’yı yanında bulunan Anadolu askeriyle Nureddin’in üzerine gönderdi. Nureddin, Sinan Paşa’yı büyük bir yenilgiye uğrattı. Sultan Selim devlet adamlarını ve yeniçerileri ikna ettikten sonra, 200 bin kişilik ordu ile Safeviler üzerine sefere çıktı. Osmanlı-Sefavi Ordusu 1514 yılının 23 Ağustos’unda Tebriz’e 20 fersah uzağında Çaldıran Ovası’nda karşılaşırlar. Osmanlı Devleti, Safevilere karşı darbezen atma, top, tüfek, savaş teknikleri vb. gibi savaş üstünlüğü nedeniyle Safevi Devleti’ni bozguna uğrattı. 1514 yılında Safevi Devleti ile Osmanlı Devleti arasında Çaldıran Ovası’ndaki savaş Osmanlılar’ın galibiyeti ile sonuçlanınca, Azerbaycan, Güney ve Doğu Anadolu bölgesi Osmanlılar’da kaldı. 23 Ağustos 1514 tarihindeki Çaldıran Savaşı’ndan sonra Diyarbakır Beylerbeyliği’ne Bıyıklı Mehmet Paşa getirildi. Yavuz Selim, Çaldıran Savaşı dönüşü Anadolu’nun kilidi olan Kemah Kalesi’ni fethetti. Kale kumandanı Varsak Muhammed (Muhammed Bey) teslim olmayarak 300 Varsak ile ölünceye kadar savaştı. Fakat, Ovacık Tekir yaylasında Bıyıklı Mehmet tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı (Haziran 1515). Nur Ali Halife ile yöre beylerinden Ulaş ve Yaraş öldürüldü. Nur Ali’nin Dersim’de öldürülmesi Dersim halkı üzerinde unutulmaz bir etki bırakmıştır. O günden beri Dersim halkı Osmanlı merkez yönetimine ve onun baskıcı şer uygulamalarına karşı çıkmıştır. Nur Ali Halife ve yöre beylerinden Ulaş ve Yaraş’ın öldürülmesinden sonra eski Kemah kumandanı Varsak Yusuf ve oğlu Aygut kaçtılar. Oğulları bu kargaşa ortamından yararlanarak, Sivas, Tokat ve Amasya Alevilerini beraberlerinde Safevi Devleti’ne götürdüler. 1514 Çaldıran Savaşı’yla yöredeki Osmanlı etkinliği sağlamlaştı. Erdebil Tekkesi’nden Şah İsmail’in, Azerbaycan-İran toprakları üzerinde kurduğu Safevi Devleti’nin kuruluşunda Dersimliler, Ehl-i Beyt ve Türkmenlik anlayışını egemen kılan Şah İsmail’in yanında yer almışlardı. Beydili Boyu’ndan olan Şah İsmail’e karşı bölge halkı içinde ayrımcılık yaratıp Kürtlük kavramını öne çıkararak güç oluşturmak isteyen Osmanlı, Dersim üzerinde sistemli baskı kurmayı tercih etmişti. Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’in yenilmesinin ardından, yani 1514 yılında Çaldıran Savaşı sonrası, Şah İsmail’e destek veren Alevi aşiretler cezalandırıldı. Yavuz Sultan’ın saldırılarından kurtulan Çarekanlı, Şavalıyanlı, Şahdili, Balabanlı, Lolanlı v.b. gibi aşiretler Erzincan-Dersim dağlarına sığındı. Şah İsmail’e karşı koymak ve bölge güvenliği sağlamak için Ankara, Konya, Karaman gibi İç Anadolu bölgesinden bazı Sünni Türk aşiretleri de Van, Muş, Bayburt Beylerine gönderildi. Artan Osmanlı baskıları karşısında çevredeki Alevi-Kızılbaş Türkmenler sıkıştıklarında Dersim dağlarına çekilerek savunmaya geçiyorlardı. Özellikle Yavuz Selim döneminde, Şafi İdris-i Bitlisi’nin uygulamaları bölgedeki Sünni, Şafi, Nakşibendi inanışındaki halkı kışkırtarak Dersim Alevileri’ne saldırtıyor ve Türk beylerinin elinden aldıkları toprakları, Kürt dedikleri Şafi Nakşibendi beylerine veriyordu. Bu durumda Dersim özerk bir konuma gelmişti. Bu savaştan sonra Doğu ve Güney Anadolu’da Osmanlılar, Kızılbaş olarak nitelendirdikleri Safeviler’e karşı bir mücadele başlattı. Osmanlı Devleti İdris-i Bitlis’i ve Bıyıklı Mehmet Paşa’yı devreye sokarak bölgedeki Kürt Şafii aşiretlerini Dersimlilere karşı kışkırttı. Yavuz Selim’in bu kışkırtmaları sonucu Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki Aleviler katliama uğradılar. Çaldıran Savaşı’ndan sonra Kürt Beylerli’nin Yavuz Selim’e yazdıkları ferman da şöyledir:

“Canu gönülden İslam sultanına biat eyledik. İlhadları zail olan Kızılbaşlardan teberi eyledik. Kızılbaşların neşrettiği delalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şaf’i mezhebini icra eyledik. İslam sultanının namı ile şeref bulduk ve hutbelerinde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslam padişahının yollarını bekledik. Duyduk ki Padişah, Zülkkadriye eyaletine gitmiş. Bunun üzerine biz de Mevlana İdris-i Bitlisi’yi makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu şudur ki: Bu muhlis ve size itaat eden ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslam sultanına muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları, o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetleriniz olmasa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünettullah böyle cari olmuştur. Ancak ümit varız ki padişahtan yardım olursa, Arap ve Acem Irak’ı ile Azerbaycan’dan o zalimlerin elleri kesilir. Özellikle Diyarbakır, İran memleketlerinin fethinin kilidi ve Bayındır Han Sultanlarının payitahtıdır. Bir yıldır Kızılbaş askerlerinin işgali altındadır ve 50.000’den fazla insan öldürmüşlerdir. Eğer padişahın yardımı bu Müslümanlara yetişirse hem uhrevi ve hem de dünyevi faydalar elde edileceği muhakkaktır ve bütün Müslümanlar da bundan yararlanacaklardır. Baki ferman yüce dergâhındır.”

Dersimliler, Alevi olmaları nedeniyle Osmanlı Devleti açısından potansiyel suçlu olarak değerlendiriliyordu. Çünkü Dersim uzun yıllardan beri merkezi otoriteye karşı direnişin merkezi olmuş ve Aleviliğin-Kızılbaşlığın merkezi olarak görülüyordu. Bu yaklaşımın sonucu olarak Osmanlı Merkez yönetimi açısından tehdit oluşturuyordu. Osmanlı Merkez yöneticileri, Dersim’i sünnileştirmeyi çözüm olarak görüyorlardı. Bölgede egemenliği kurmak halkı sünnileştirme yoluyla asimile ederek devlete ve halifeliğe bağımlı kılmayı ve Şah

İsmail’den uzaklaştırmayı hedeflemişlerdi. Çeşme çayırlığında da Şahkulu Baba Tekeli ayaklanmasında rolü olan Kürt Halid, Yavuz Sultan Selim tarafından cezalandırılır. Padişahlar tarafından verilen Mülknameler’de de açıkça belirtildiği üzere, Kürt Beylerinin müracaatı ve yapılan Safevi savaşları sonunda Osmanlı İmparatorluğu ile yapılan anlaşma şu hususları kapsamaktadır:

l. Osmanlı Devleti, yönetime bağlanan Kürt Emirlikleri’nin özerkliğini tanımaktadır.

2. Kürt Emirlikleri’nde yönetim, babadan oğula geçerek sürecek ve eskiden beri yürümekte olan yönetim yürürlükte kalacak ve bu konuda ferman padişahtan çıkacaktır.

3. Kürtler, Osmanlı’ya bütün savaşlarında yardım edeceklerdir.

4. Osmanlı, Kürtleri dış saldırılardan koruyacaktır.

5. Kürtler, devlete verilmesi gereken her türlü vergiyi ödeyeceklerdir.

6. Bu anlaşma Sultan Selim’le Kürt Emirleri arasında 1514 tarihinde 283 imzalanmıştır.

İdris-i Bitlis’inin çabaları sonucu Kürt Beyleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında yapılan anlaşma uyarınca, Kürt emirleri Osmanlı İmparatorluğu’na bağımlılığı kabul edilmekle birlikte, hükümranlık haklarını korudukları ve kendilerine irsen intikal eden eyaletlerinin yönetiminin babadan oğula geçecek şekilde ve eyaletlerini mülkiyet şeklinde tasarruf etmeye ödüllendirmiş, gerektiğinde doldurulup dağıtmak üzere boş fermanları İdris-i Bitlisi’ye göndermiştir.

Diyarbekir Eyaleti: Diyarbekir Eyaleti, on dokuz sancağa ayrılmıştır. Bunlardan on bir adedi Osmanlı Sultanı’nın tasarrufuna bırakılan klasik Osmanlı Sancağı’dır. Sekiz adedi “Yurtluk ve Ocaklık” sancak olup, klasik Osmanlı sancaklarından bazı ayrıcalıklarla yönetilen sancaklardır. Bunlardan ayrı olarak, doğrudan doğruya sultana bağlı olan beş adet “Hükümet” sancak kurulmuştur.

a- Hükümet Sancaklar: Bu Hükümet Sancaklar, 1- Palu, 2- Eğil, 3- Genç, 4- Cizre ve 5- Hazro hükümetleridir. Bu sancaklar, iç işlerinde tamamen bağımsız, doğrudan doğruya Sultan’a bağlı, Padişah tarafından kendilerine yazılan yazılarda Cenap diye hitap edilen ve beylerine de Miri Miran denen sancaklardır.

b- Osmanlı Sultanı’nın Tasarrufunda Olan Klasik Sancaklar: İlk kuruluşta on bir adet olan bu sancaklar, sonraki yıllarda artırılmıştır. 1- Paşa Sancağı’nda olan Amid (Diyarbekir), 2- Mardin, 3- Sincar, 4- Ruha (Urfa), 5- Birecik, 6- Siverek, 7- Çermik, 8- Ergani, 9- Harput- 10- Arapkir, 11- Kiğı.

c- Ocaklık ve Yurtluk Sancakları: Bu tür sancaklarda da yönetim babadan oğula geçmektedir. Hükümet sancaklardan farklılıkları vardır. Başlangıçta (1518 yılında) sekiz adet olan bu sancaklar 1530 yılında on bire, 1580 yılından sonra da toplam kırk altı’ya çıkarılmıştır. 1540 yılındaki Ocaklık-Yurtluk sancakları şunlardır: 1- Mazgirt, 2- Sağman, 3- Capakçur, 4- Kulp, 5- Tercil, 6- Mihraniye, 7- Atak, 8- Pertek, 9- Kürdikan, 10- İmadiye[1]

Yavuz Selim’le Kürt Beyleri arasında yapılan bu anlaşma, Padişahlar, tarafından verilen Mülkname-i Hümayunlar’da da açıkça ifadesini bulmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman tarafından Kürdistan Beyleri’ne verilen MÜLKNAME-İ HÜMAYUN’da özetle aynen şu ifadeler yer almaktadır: “… Bu seferki İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt Beyleri’ne, gerek Devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve diliverdikleri karşılığı olarak ve gerek kendilerine müracaat ve istirhanları göz önüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları gibi ayrı ayrı beraatlerle ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarruf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları, bütün mahsulleri ile oğuldan oğla intikal etmek şartı ile temlik ve ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı, dışarıdan müdahale ve taarruz edilmemelidir… Bey öldüğünde eyaleti kaldırılmayıp bütün hududu ile Mülkname-i Hümayun gereğince oğlu bir ise ona kalacak, eğer metaddit ise istekleri üzerine kale ve yerleri münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yolu ile bunlara ebediyete kadar ila edeb devran matasarrıf olacaklardır. Eğer bey varissiz ve akrabasız olmuş ise o zaman eyaleti hariçten ve yabancılardan hiçbir kimseye verilmeyecek, Kürdistan Beyleri ile görüşülüp ve ittifak edilip, onlar edeceklerdir.”

Cimşit Bey, Çaldıran Savaşı’na kuvvetleri ile katılmış ve savaşın kazanılmasından sonra büyük yararlılıklar göstermiştir. Savaştan sonra Yavuz Selim, Tebriz’e gitmiş, o kışı Karabağ ve Nahcivan dolaylarında geçirdikten sonra Amasya’ya dönmüştür. Cimşit Bey’in Yavuz’la arasında geçen konuşmaları Yavuz Bahadıroğlu Mısır’a Doğru adlı kitabında şöyle yazmaktadır:

“Kethüda, Padişah’ın huzuruna çıkarak, “Kürt Beyleri’nden Palu Hakimi huzura kabul edilmeyi bekler” der.

Yavuz:

“Gelsin, biz dahi kendisi ile görüşmeyi dilerdik.”

Kethüda, Palu Hakimi Cimşit Bey’i çağırır ve Cimşit boylu, başında abani sarık, sırtında işlemeli bir hırka olduğu ifade edildikten sonra, Cimşit Bey’in durduğunu ve elini göğsüne götürerek: ‘Şevketle Sultanı selamlarım”’ der.

Yavuz:

“Aleykümselam, Palu Bey’i, seni mülkümüzde görmek bizi memnun etti. Hudut boylarındaki karındaşlarımız nasıl?” der.

Cimşit Bey: “İyidirler. Fakat Devletlû Sultanı Met bu tanımamakta bazı kabileler direniyor, İdris-i Bitlis’inin gelmesi çok iyi oldu. Bize din kardeşliğinin manasını anlattı. Aynı dini, aynı inancı paylaşan insanların arasında hudutların işi ne? Lakin askerleriniz, İran seferi sırasında etrafa dağılıp halkı rahatsız ettiler. İşte bazılarının unutmadıkları budur” der.

Yavuz:

“Demek askerlerimizden bazıları etrafa zarar verecek hareketlerde bulunmuşlar. Kimin emrindeki askerlerdi, öğrenmek imkanınız oldu mu?”

Cimşit Bey:

“Bele Devletlu Sultan, birkaçını yakalayıp konuşturduk. İskender Paşa’nın emrinde imişler.”

Yavuz:

“İskender Paşa ha! Çok güzel, çobanlığına diyecek yok doğrusu.”

Yavuz:

“Başka?”

Cimşit Bey:

“Sekbanbaşı Balyemez Osman diye bir isim verdiler. Allah için ne derece doğru olduğunu bilmiyorum.”

Yavuz:

“Suçlu iseler cezalandırılacaklardır. Siz ne düşünüyorsunuz?!” der.

Cimşit Bey:

“Biz her vakit sizin gibi düşündük. İdris-i Bitlis’inin vaazlarında bulunduktan sonra halkın düşüncelerinde çok değişiklik oldu. Allah’ımız bir, itikata mezhebimiz bir, kıblemiz bir. Böyle bir sürü birleştirici unsur ortada dururken, topraklarımıza niçin hudut çekelim? Mademki müminler kardeştirler, neden kardeşliğimizin yanında değil de, onlara karşı savaşalım… Dinimizi seviyoruz. Uğrunda ölmeye hazırız. Fakat ölmek yetmiyor, büyüyüp İslam bayrağını kıtalara çekmek gerek. Büyümek için de ittifak gerek. Huzurunuzda Sünni Kürt beylerini temsil ediyorum. Aralarından beni seçtiler. Bağlılıklarını bildirmemi söylediler” der ve elini kemerine sokarak bir kozak çıkarır ve Padişaha uzatarak:

“İşte bağlılık vesikası 25 Kürt Beyi’nin imzalarını havidir” der ve belgeyi verir.

Yavuz:

“Allahuteala ecrinizi büyük etsin. Şimdi bir menşur yazıp sana vereceğiz. Burada imzaları bulunan Beyleri, bulundukları yerlere Emir tayin ediyoruz. Mubarek ola. Berhudar ol. Yeri geldiğinde kılıcınla da aklınızla da yardımcı olacağınızdan hiç şüphem yok. Çaldıran’da gösterdiğiniz kahramanlık gözlerimizi kamaştırdı” der ve kucaklaşarak Cimşit Bey huzurundan ayrılır.”

Yavuz Selim bununla da kalmadı. Çaldıran seferinden sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Osmanlı etkinliğini sürdürmek için İdris-i Bitlisi’nin vasıtasıyla bölgede ilişkisini genelleştirdi. Yavuz Selim ile Şeyh İdris-i Bitlisi arasında özel bir ilişki vardı ve Kürdistan’daki İdari yapılanmayı bu ilişki belirlemişti.

Yavuz Selim, İdris-i Bitlisi’ye gönderdiği fermanda şöyle demektedir:

“Sultanların dostu faziletler sahibi hakimi Şeyh İdris-i Bitlisi hazretleri, haberiniz olsun ki bize erişti, doğruluğunuz ve sadakatle çalışmanız, bütün gayretinizi sarf etmeniz sonucunda Diyarbakır ve çevresinin fethedilmesi mümkün oldu. Bu başarınızdan ötürü yüzünüz ak olsun; inşallah diğer yerlerin fethine sebep olma şerefine nail olursunuz. Bu hususta yegâne güvendiğimiz sizsiniz. İdari işlerde kullanılmak ve askere dağıtılmak üzere gereken tahsisatla birlikte iki bin filori bir samur ve bir vaşak kürkü, ayrıca çuha ve diğer cins muhtelif hediyelerden gönderildi. İnşallah bunlar salimen erişir, sıhhat ve selametle kullanırsınız. Vilayetlerde bölmüş bulunduğum sancaklara bize itaat eden Kürt beylerini iktidarlarına ve liyakatlerine göre tayin edin. Diyarbakır Beylerbeyi ve tarafınca kıymetli çok büyük olan Mehmet Bey’e nişan şerefimle imzalanmış ahkâmını gönderiyorum. Kendisini takdir edin. O yörede her beye verilen sancak ve vilayetlerin durumu bunların adetlerini ve beylerin lakaplarını, adlarını tarafımıza bildirin. Beylere gönderdiğim nişanları kendilerine takdim buyurun.”

Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti, İdris-i Bitlis’in yardımıyla Çaldıran Savaşı’ndan sonra Dersim’deki Alevi Kırmançlar üzerinde etkinlik sağlamaya çalışmıştı. Alevilerin mal ve mülkleri Şafii ve Sünni Kürtlere dağıtılmıştı.

Çaldıran Savaşı’ndan sonra bölgede İdris-i Bitlisi yönetiminde, Diyarbakır 19 sancağa bölünmüştü. Bu sancakların başına bir emir atanmıştı. Bu sancaklarda 11 yöre dışındaki 5 emirlik de şöyle: Palu, Eğil doğrudan merkez otoriteye bağlanırken, Atak, Miraniye, Kulp, Sama Çapakçur, Çermik ve Pertek’in özerk yönetimler olması kabul edilmişti. Bütün bunlar, Dersim’in tamamının Osmanlı egemenliğine girmediği ve İdris-i Bitlisi’nin de Dersim üzerinde kesin etkinliğinin olmadığını göstermektedir. Osmanlı-Kürt ittifakının gerçekleşmesinde İdris-i Bitlis’nin büyük rolü oldu. Bölgedeki Kürt Beyleri hep birbirlerinden bağımsız olarak varlıklarını sürdürmeyi ve birinin diğerinin üstünlüğüne tahammül edememeleri nedeni ile bir araya gelemediklerinden, ülkelerini müşterek düşmana karşı birlik içinde savunamadıkları görülmektedir. Kürt Beyleri’nin kendi aralarındaki ilk ittifak Safevi fethi sırasında gerçekleşti. Hoca Saddeddin Efendi’nin Tacüt Tevarih kitabında, “Sıra dağlar üzerinde başına buyruk dolaşmakta olan boyları tek başına yaşamaktan hoşlanmakta ve Kelime-i Tevhit’ten başka hiçbir konuda anlaşamayarak sürekli biçimde birbirleri olduklarını” belirtmektedir. Şerefname bu konuda ilginç bir olayı anlatmaktadır. “… Sultan’ın ordusu Tebriz’den Rum tarafına dönünce İdris, Kürdistan Beyleri adına Sultan’a bir rapor sunarak, irsi görevlerinin eskiden olduğu gibi Kürt Beyleri’ne verilmesini ve komutası altında hep birlikte Diyarbakır’a gidip, Safevi Valisi Karahan’ı oradan çıkarmak için başlarına beylerbeyi rütbesinde bir şahsın tayin edilmesini ister. Yavuz Selim bunun üzerine İdris’e verdiği cevapta, ‘Kendi aralarından, Kürdistan beylerinden ve hükümdarlarından beylerbeyi görevini üzerlerine alacak ve bütün Kürt Beyleri’nin boyun eğecekleri, komutası altında Kızılbaşlarla çarpışmaya ve onları ülkeden kovmaya ister. Bunun üzerine İdris bir rapor daha yazarak, “Burada öznel birlikten fazla çokluk olduğunu, herkesin yalnız ben olayım, benden başkası kimse olmasın” dediğini, kimsenin kimseye itaat edemeyeceğini, bu durumda Sultanlık Sarayı’nın adamlarından bütün Kürt Beyleri’nin itaat edebilecekleri ve emirlere boyun eğecekleri birinin tayin edilmesini” ister. Padişah da Bıyıklı Mehmet adlı çavuş başını Diyarbakır Eyalet Beylerbeyliği’ne tayin edildiğini ve bütün Kürt Bey ve Emirleri bu Beylerbeyi’ne itaat ettiklerini yazmaktadır. Kürt Beyleri arasında oluşan bu işbirliği ile Safevi ordularının bölgeden tamamen geri çekilmesine neden oldu. Safevi hâkimiyetine son verilmesinden büyük bir mutluluk duyan Yavuz Selim, Diyarbakır Beylerbeyi Bıyıklı Mehmet Paşa’ya altın ve gümüş dolu pek çok kese içinde para, en pahalı giysiler ve bir hilat ihsan etmiştir. Ayrıca, Diyarbakır Beylerbeyi’ne, diğer Kürt Emir ve Beyleri’ne dağıtılmak üzere, 25 yük akçe, 500 zerrin kumaştan yapılmış giysi, 12 bezeli sancak göndermiştir. Ayrıca Şeyh İdris-i Bitlisi’ye de ferman göndermiştir.

Yavuz Selim’in İdris-i Bitlisi’ye göndermiş olduğu Hicri 921 tarihli fermanda şöyle denilmekte; Hicri 921 (1512/53) 15 Şevval tarihli bu fermanda, Padişah Diyarbakır eyaletinin ele geçirilmesindeki gayretlerinden ötürü İdris’e teşekkür etmekte ve şimdiki halde ve Şevval sonuna kadar gerçekleşen hizmetlerine karşılık 2.000 efrenci sikke flori, 2 frengi kemha kınlı altın sulu kılıç, bir samur, bir vaşak kürk kaplı soflar, bir samur, bir vaşak, iki muraba sof, iki çuha gönderdiğini, Diyarbakır yöresindeki beylerin azametlerine, iyi niyet ve bağlılıklarına karşılık verilen ve atanan sancak beylerinin durumu, ad ve sanları değerleri senin bilginden olduğundan Diyarbakır Beylerbeyi Mehmet’e nişanı şerefimle damgalı beyaz şanlı hükümler gönderdiğini, o yörede her beye verilen ilin durumu, ad ve sanı ve ne yönde anıldıklarını bildirilmesi istenmiştir. Bu anlaşmaya göre Kürtlerin emirliklerinin Osmanlı yönetimine bağlılık özellikleri korunacaktır. Kürt emirliklerinde yönetim babadan oğla geçecek ve bu da padişah fermanı ile ilan edilecektir. Kürtler savaşlarda Osmanlı ordusuna asker ve Osmanlılar’a vergi vereceklerdir. Osmanlılar, Kürtlere yapılacak dış saldırılarda Kürtleri koruyacaklardır. İdris-i Bitlisi’nin Osmanlı Safevi Savaşı’nda gösterdiği yararlılıktan ötürü ve Anadolu’daki Alevi katliamını gerçekleştirmesinden dolayı Yavuz Selim, İdris-i Bitlisi’ye Doğu Anadolu’da dirlik vererek yetkilendirmiştir.

Yavuz Selim’in İdris-i Bitlisi’ye, Doğu Anadolu’da Dirlik Verdiğine Dair Ferman’da şöyledir:

“Keremli Padişahın Uluğ ve Şanlı Fermanı Örneği

Sözü edilen fermanı yayınlarken, bütün fermanlarda yazılan kişi öğen sanlar buraya alınmadı… Molla Hakimüddin İdris, yüce Allah senin olgunluklarının südüre koşun. Bu üstün padişahlık buyruğu sana ulaşacak, bilesin ki, şimdiki halde mutlu kapıma mektubun iletildi. Senden umulan ve boynuna borç olan işi güzelce yapman, doğruluk ve bağlılıktaki aşırı tutumun gereğince, Diyarbakır ilinin tümden ele girmesine neden olduğun bildirilmiş. Yüzün ağ olsun. İnşallah öteki illerin alınışında da temel aracı sen olasın. Benim yüce padişahlığımın çeşitli lütufları senin hakkında çok ve yaygındır. Şimdiki halde Şevval sonuna değin gerçekleşen ulufenüz ile iki bin efrenci sikke fılori, bir samur, bir vaşak, iki murabba sof, iki çuka ve bunlardan başka bir samur bir vaşak kürk kaplı soflar, iki frengi kemha kınlı altun sulu kılıç armağan edilip gönderildi. Keremi bol Allah’ın izniyle vardıkta sağlık ve esenlikle alıp harcayasın. Hizmetlerin karşılığı, doğruluğunun ve iyi niyetinin mükafatı olarak parlak hükümdarlığımın çeşitli lutuflarından sayıldı. Mutlu olasın. Diyarbakır yöresinde size inanarak gelen beylerin bağlılıkları ve iyi niyetleri karşılığı hizmetlerindeki başarı ve yeterliliklerine göre ol ilde verilen ve atanılan sancakların ve beylerin durumları, ad ve sanları, değerli senin bilginde olduğundan, devleti süregelsin Diyarbakır Beylerbeyi Mehmed’e nişan-ı şerifımle damgalı beyaz, şanlı hükümler gönderildi. Gerektir ki, ol yörede her beye verilen ilin durumu ve ne yönde atandı, ol beylerin ad ve sanı, değerleri ne biçimde olmak üzere ise beratları düzenlenip yazıveresiz. Ol yazılmış beratların örneklerini ve timarların sayısını da bir deftere geçirip yüce eşiğimize gönderesiz ki bunda da saklanub her özellikleri anlaşılıp biline. Her beye ne sancak virildiği ve ne biçimde başlatıldığı, sanları nice yazıldığı, in’amları ve riayetleri ne biçimde olduğu geniş ve açıklayıcı biçimle bildirile. Ama öyle düzenlenip hazırlana ki, biri biri arasında olan bağlantı karışıp alt üst olmak olmaya. Ol beratlardan başka istimale nameler gönderilmesi gereken beyler için beyaz nişanlı kağıtlar iletildi. Anlar dahi her beye ne biçimde istimale name gönderebilmek uygun ise yazılıp in ’ilamları biriyle gönderile. Anların geniş açıklamaların ve in’amda ne biçimde ilgi gösterildiklerin ol beratları örnekleriyle birlikte bir defter idüb cihane gölge salan otağıma yollayasın ki, her yönü bundan da açık ve seçik bilinmiş ola. Bu yönde olan padişahlıkla ilişkili konular murad-ı şerifim üzere yitmiştir. Ulu Tanrı’nın izniyle tasarı dizginleri ol yöne çevrilmiş ve salınmıştır. Ol beyler hakkında da padişahlığımın lütufları tasarladıklarından artuktur. Şimdiki halde sapkanlığa batmış olan Erdebil oğlu İsmail mutlu eşiğime Hüseyin Bey ve Behram Ağa adındaki adamlarını elçilik hizmetine gönderüb söz ve yazıyla binbir yakarış ve kulluklar sunmağa aramızda barışıklık ve anlayış oluverirse, ol yakadan ne murad olunursa riza-yi şerifim üzere kabul suretin gösterüb nice yaltaklanmalar eylemiş. Ama anun sözlerine ve niyetine güven olunamayacağı için sözü edilen elçileri Dimetoka hisarında, öteki adamlarını da Kilidülbahir kalesinde hapsittürdüm. Sen dahi gerektir ki ol kahrolasıca konusunda en güzel önlem ne ise anın üstünde olup, sonsuza dek sürecek olan devletimin sorun ve konularında çaba gösterüb çalışasın. Bundan sonra da başarılarınız duyula.

Hicretin dokuz yüz yirmi bir yılında, kutlu Şevval ayının onbeşinde yazıldı.”

İdris-i Bitlis’i Mekke’den Yavuz’a gönderdiği mektubunda şöyle demektedir:

“Cenab’ı hakkın tevkifiyle enbiya ve evliya mezarlarına uğrayarak diri ve ölüler ziyaret olunarak şifahen buyurduklarınız tamamiyle ifa olunmuş, bahusus duaların behemehal kabul olunduğu Kabei muazzamada hümayunu hüdavendigarın ömrü afiyetleri, devletü saltanatınızın ilakıyamüs-saa devamı hakkında dualar edilmiştir. (İnnet-’anda kane mes’ula) fetvasınca ahitlerimi yerine getirdim. Çünkü hukukun unutulması, Allah’ın gadebini muciptir. Şunu ikinci olarak arz edeyim ki: Büyük vezirleriniz ve naipleriniz bilmelidir ki ben kabei muazzamayı ziyaret vesilesile hakipaye bir tarihin te’lifine memur oldum. Hamdolsun o hizmeti az müddet içinde yerine getirdim. Heşt Biheşt ciltleri etrafa müşteşir oldu, ve şöhret buldu. Her ne kadar bunun mükafatı olarak sana şahane caizeler vaid edildiyse de mal ve rütbe hususundaki vaidler ve ümitler ifa olunamadı. Çünkü bütün mukarribinizin haset ve gıbtasına maruzdum. Yalnız bununla kalmadı. İki yıl ve yedi ay süren sa’yim ihanetlerle, hararetlerle mukabele gördü. Fakire mev’ud olan nimetler tecezziye uğratıldı. Ayrıca hesapsız hakaretler yapıldı. Bu devletin düşman ve bedhahları olan birtakım erkan-ı devlet eserimi elimden aldılar ve beni red eylediler, nazarınızda düşürdüler (ve iza huyyiytüm) ayetiyle hiç ilgilenmediler. Bunun için ben de eserin hakikatte bir taç incisi sayılan mukaddimesini nezdimde muhafaza eyledim. Bu mukaddime, hamdüsena ve selatıselamla beraber memduha ait medihleri havi idi. Bu yapılan şeyler bu henadana, hilafet şanına layık şeyler değildi. Mamafih birtakım ihali şiveler cebri mafat eyleyecek şeyler icrasını emreylediniz, fikirim mazlumiyetine kanaat getirerek hakkımı helal ettirmeleri hususunda kendilerine fermanlarda bulundunuz, müsmir olmadı. Sultan Mehmed’e ait olup beyaza çekilmiş olan kısmı tatar Hanı Mengri’ye hediye ettiler. Ben şiddetli bir hastalığa tutulduğumdan, o eski muhalefet ve zulümlerinde vazgeçmediler, bilakis benim kitabımı birtakım belegat ve fesahattan habersiz Türklere, yüksek ihsanlarla mal ettiler.

Beyit:

Ey Hüma kuşu şeref gölgesini Tutinin karga sayıldığı yerlere düşürme. İşte bu hal ve vaziyet içerisinde, ilhah ve ricalarım üzerine haccı şerife azimetime müsaade alabildim. Bu defa da hakaret ve istihfaf gördüm, birtakım erazilli eimme ve hutebaya yapılan şekil ve tertipte yola çıkarıldım. Ulemaya yapılan mutad merasim ve hazırlık bana reva görülmedi. Senelerce süren fakru ihtiyaçtan sonra bu yoksullukla haç seferine çıktım. Allah’ın ve resulünün evine yöneldim. Bundan birkaç gün geçince bana verilen ikta ve timar da geri alındı, her sene aldığım cüz’i varidat başkalarına bahşedildi. Ben fakir kendi hukukumdan mahrum edildim. Kıymetli ömrümün bir kısmını hanedanınızın neş-i asarına vakfetmenin mükafatı bu mu olmalı idi? Bu hangi kanunda, hangi şeraitte görülmüştür? Hamdolsun o kuttai tarikler benim mukadder rızkımı da kesmeğe muktedir değildirler.

Ayet:

Allah kullarına lütfu ihsan edicidir, istediği gibi onları azıklandırır. İbret gözüyle görmüyorlar mı ki kapanan bir kapı yerine hemen Cenabı Hak başka bir kapı açmaktadır. Saltanat umurunda ve divan hususunda vuku bulmuş olan son tagayyürler çok taaccübe şayan şeylerdir.

Ayet:

Allah bir kavmin işlerini o kavim kendilerini bozduğundan sonra ancak bozar.

Hadis:

Ulemanın etleri zehirlidir. (Yani bu tagayürat bana yapılan münasebetsizliklerin mintarafillah bir mukabelesidir demek istiyor.) Mintarafillah ulemaya ve fukaraya tahdis olunan hazinelerin sultanlar ve hükümdarlar ancak anahtarlarıdır. İşte bu fakir maişet zarureti ile bütün malukü ümeranın son derece takdir ve rağbet eylediği bu eseri dibaceleyerek ve sonuna da yapılanları dizerek neşredeceğim. Adamlarımızın gönülleri kalmasın. Mekke’de bize bazı Hindli vesair yerli zevat suretlerini aldılar. Kitap henüz dibacesiz ve hatimesizdir. Hazine-i hümayunda olan müsveddeler de öyledir. Böylece zamanın bir yadigârı olarak eksik kalsın. Mademki bana bu hakaretleri ve ezaları yaptılar, benim bu hakaretler karşısında menfur olduğum o mahalde avdetime imkan yoktur. Orada bulunan aile ve evlatlarımın bana gelmeleri için adamlarınızın müsaadelerini diliyorum. Eğer buna müsaade etmezlerse bu dergahta onlar için lanet ve kargışa başlayacağım. Evlatlarımın bana ulaşmasına mani olanlar lanete layıktırlar. Hadisi sahih malumdur. Sılai rahmi katedenler maktu olsunlar demiştir. Mazlumun duasından sakınmalıdır ki onunla Allah arasında artık perde kalkmıştır. Allah doğruya ve hayre muvaffak kılıcıdır. Dönüş ancak ona.”

Yavuz döneminde bile Dersim, bölgenin coğrafi sosyal ve ekonomik yapısı nedeniyle Osmanlı egemenliğine girmemiştir. Çünkü bu dönemde Dersim ile Osmanlı merkez yönetimi arasında bağlar sağlanamaması ve Yavuz Selim’in Alevilere karşı düşmanca davranması nedeniyle Dersim kısmen bağımsız kalmıştır. 1518, 1523, 1541, 1566 yıllarında, Çemişgezek Sancağı’na ait kayıtlarda da Osmanlı hakimiyeti kuruldu ve Çemişgezek Beyliği bile sadece ismen de olsa Osmanlılar’a tabi hale geldi. Çaldıran’da Safeviler ağır bir yenilgi alarak etkisizleşmiş olsalar da, Osmanlı’nın Safevi (Kızılbaş) korkusu sürüyordu. Çaldıran Savaşı sonrasında yaşanan Osmanlı-Safevi çarpışmaları sürecinde (1533-34/36, 1548-49, 1553-55, 1578- 90, 1603-1612, 1615-18, 1630-39, 1722-27, 1730-54, 1775-79 ve 1821-23) Dersim ve Kızılbaşlar, kendilerini bir iç- tehdit olarak gören ve toptan imha siyaseti güden Osmanlı yönetimine karşı Safeviler’i desteklemeyi sürdürdüler. Sorun, bir varlık yokluk kavgasıydı. 1. Selim hakkında Avusturyalı tarihçi Joseph Hammer, şöyle demektedir:

“Yavuz Selim, Rumeli ve Anadolu’da Şiilikle suçlanan Aleviler’in ilk önce bir listesini hazırlattı. 7 yaşından 70 yaşına kadar, Cafer-i mezhebine mensup oldukları belirtilen 40.000 kişinin edilmelerini uygun buldu.”

Yavuz’dan sonra, 30 Eylül 1520 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman padişah oldu. Osmanlı Hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman da Dersim ve Alevi toplumunda Yavuz Selim gibi Kızılbaşlar’a karşı cephe alarak Şafi Kürt Beyleri ile birlikte katliamlar gerçekleştirdi. Osmanlı’nın Dersim’e karşı politik anlayışı Kanuni Sultan Süleyman döneminde devam eder. Osmanlı Devleti, Dersim’i kendi sınırlarına dahil etmesine rağmen, Dersim kendi bölgesini dış güçlere karşı kapalı tutarak özerk yapısını korudu.

Kanuni Sultan Süleyman’ın Nahçıvan seferine çıkarken Diyarbakır Beylerbeyi Ayas Paşa’dan doğudaki Alevi/Kızılbaşların tümünün öldürülmesini istediği ferman:

“Bu fermanım ulaşınca biline ki, bana mektup gönderip Kızılbaşlar’ın durumlarını, İran ordusundan gelen casusların haberini ve mektuplarla tutulan yedi fesatçının hallerini, birinin takririni ve Beydili taifesinden olan birine aşiret halifeliği verildiğine dair mühürlü mektubu Halep Beylerbeyi’nden Kılıç, Mehmet ve Ali adındaki bazı aşiret beyleri göndermişti. Öncüleri teslim eyledim diye cevap verdiğinden hapsolunması Halep Beylerbeyi’ne mektup gönderip Diyarbakır’a ait haberler verdiği gibi şüpheli olanları güzellikle ele geçirip tedarikleri götürülerek Diyarbakır’a gelmelerine karar verilmiştir. Bunların şehir yakınına gelip memleket halkını kalelere ve sırtlara çıkarıp ve zahirelerini yığdırıp tedariklerini görmek gerekir. Bilinen dinsizin, Ahlat’da bayram ediyor, diye haber verdiklerini sunmuştum. Her ne arzeylemişsem etrafiyle cümlesi malumunuz olmuştur. Yüzün ak olsun. Temkinliğin, yiğitliğin, çabuk sezişli oluşunun gereği iyi hazırlanmaktır ki, o da olmuştur. Cenab-ı Hakk’ın büyük yardımıyla o tarafta gazaya giden vezir’i-azam Rüstem Paşa ve kapıhalkım, Yeniçeri efradı ve cebehane-i amirenin top arabalı ve darbezenli bütün savaş araçlarıyla ve su gibi akan asker ve İslam gazileriyle içinde bulunduğumuz Şevval ayının başlarında hareket etmiştir. Ben de Tanrı’nın yardımıyla büyük bir askeri birlikle o yöreye geleceğim. Bütün Beylerbeyi kullarım askerleriyle o tarafta hazır ve bekler haldedirler. Cenab-ı Hakk’ın lütfu inayetiyle İslam askerleri muzaffer, dinsizler ise kahır ve perişan olacaklardır. Hükm-ü şerifimi alınca Beylerbeyliği’ne ait kalelerin korunmasında dikkatli ve uyanık olasın. Defalarca ferman ettiğim gibi silah, cephane ve araçların kusursuz bir halde olmalarına dikkat edesin. Aymazlık içinde olmayıp her an uyanık olasın. Vezir’i-azam o yöne erişince haberlerini eksik etmeyesin. Gayret ve çalışmayı elden bırakmayıp kahrolasıca dinsiz düşmanımızın zararlı hareketlerine karşı önleyici tedbirleri almakta ihmal etmeyesin. Din ve padişahlığım uğrunda yoldaşlıkta bulunan kullarım hakkındaki inayetlerimin daima çoğalacağını göz önüne alarak devlet hizmetlerinde ona göre çalışmalısın. Kızılbaş lekesi olanlar hapis ile yetinilmemeli, bu gibiler isabetli tedbirlerle elde edilecek habis vücutları ortadan kaldırılmalıdır. Kızılbaşlığa eğilim duyanlara gecikmeden fırsat ve mecal vermeyesin. Hizo Hakimi Bahaeddin, Erzurum Beylerbeyi’nin yanında hizmettedir. Onun aşiret ağalarıyla diğer gereken adamlarına, derbendleri kemandanlarıyla muhafaza edip Kızılbaş haramilerinin memlekete zarar vermelerine imkan ve fırsat vermemelerini buyurup sağlayasın. Aynı emri Zırki ve Şirvan Beyleri’ne de ulaştırmalısın, dikkatli ve uyanık olsunlar. Nezaret ve hükmünü Bitlis Beyi üzerinden asla eksiltmeyeceksin. O da ordularımız gelinceye kadar Çabakçur Derbendi üzerinde dikkatli olsun. Aşiret ağalarına, eski emekdarlarla ve ocak erlerine de emirler ve haberler göndererek onların da savaşa hazır durumda bulunmalarını sağlayacak ve izleyeceksin. Her biri gece-gündüz ağızları ve derbendleri gözetleme vazifelerini sıklaştırıp dikkatli olsunlar. Hizmeti ve yoldaşlığı görülenler hakkında inayetim boldur. Çermik Sancağı işini arz etmişsin; Melik Ali azlolunup yeri başkasına verilmiştir. Silvan Sancağı’nda Süheyl önceki emrin üzerine kararlıdır, ama o diyarda hizmette olması gerekiyorsa kullanasın. Adamını gönderip sancağı zapt eyleyesin. Şöyle bilesin; alemet-i şerife itimat kılasın.”

Kanuni Sultan Süleyman’ın Kürdistan Beylerbeyi’ne Gönderdiği Ferman:

“Kanuni Sultan Süleyman, babası Yavuz Selim zamanında Kızılbaşlar’a karşı cephe alarak müsbet ve hayırlı hizmetlerinde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifa eden bilhassa (Serasker-i Sultan İbrahim Paşa’nın) bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşlar’ın yenilmesinde yararlıklar gösteren Kürt Beyleri’ne, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip musarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle, oğuldan oğla intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı, dışarıdan müdahale ve taarruz edilmemelidir. Bu emr-i celile riayet edilerek, hiçbir suretle üzerinde kalem oynatılmayacak, hiçbir yeri değiştirilmeyecektir. Bey öldüğünde eyaleti kaldırılmayıp bütün hududu ile Mülkname-i Humayun uyarınca, oğlu bir ise ona kalacak, eğer müteaddid ise istekleri üzerine kale ve yerleri aralarında paylaşacaklardır. Uzlaşamazlarsa, Kürdistan Beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yolu ile bunlara ebediyete kadar ila ebed devran mutasarrıf olacaklardır. Eğer Bey varissiz, akrabasız ölmüşse, o zaman eyaleti hariçten ve yabancılardan hiçbir kimseye verilmeyecek, Kürdistan Beyleri’yle görüşülüp ve itifak edilip onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona tevcih edilecektir. Cenab-ı Hakk’ın birliği üzerine yemin ederek bu muahedei Hümayunumu, emr-i celilemi tekrar eder ve mühürlerim. Ulu Peygamberimiz’in nübüvvet ve risaleti hakkı için madem ki Kürt Beyleri doğruluk üzere dostuma dost düşmanıma düşman olmaktadırlar, devletime sadık kaldıkları müddetçe ferman-ı şerifime riayet etmelidirler. Bu emrime karşı gelenlerin, Allah’ın izniyle hesap gününde suçlu ve günahkar ve zalimlerden olmalarını niyaz eylerim amma asıl isteğim doğruluk yolundan ayrı düşülmemesidir. Bu yolda üzerlerine din ve devletime ait işler düştüğü zaman Diyarbakır ve Bağdat Beylerbeyleri ve etrafta bulunan Kürt Beyleri birlik ve beraberlik içine olmalı, cümle askerleri ve savaş araçları ile düşman üzerine saldırmak için dakika kaybetmemelidirler. Şeriat ve kanun dairesinden ayrılmayıp emirlerindeki reayaya zulüm ve her türlü fenalıklardan kesinlikle sakınmalıdırlar. Her zaman devletimize itaatı, hayatın sermayesi, saadetin süsü bilip doğruluktan ve bağlılıktan kaçınılmamalıdır. Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremiyle, benden sonra, her kim hilafet ve saltanat tahtına geçerse, can ve gönülden doğrulukla ona tabi olmalı, tahta geçmeyip hariçte kalan oğullarımı düşmanım bilip yardım isteyecek olurlarsa kabul etmemeli, onlara asla uyulmamalıdır. Müzaheret eyleyenler ve şöyle bileler: Dünyayı süsleyen ve cihan fetheden alamet-i şerifi görenler, mübarek özünü gerçek bilenler demektir.”

Kanuni Sultan Süleyman, 1533- 1536 yıllarında Irak’a sefer düzenleyerek ordusuyla birlikte Dersim’in kuzey hattından geçti. Erzurum-Erzincan üzerinden Irak’a ilerledi. Bu dönemde ordular Dersim’in dağlık kesimlerinden ziyade düz alanları tercih etmişlerdi. Özellikle seferler sırasında baskıya ve saldırıya uğradıklarından ya da barınmak amacıyla Dersimliler, Munzur’un sarp ve geçit vermez dağlarına sığınmışlardı. Kuzey Dersim hattı seferler için en çok kullanılan yollar arasında yer alır. 20-23 Ağustos 1534 ve 1554 yılları arasında, Yavuz ve Kanuni dönemlerinde Osmanlı orduları bu yollardan geçmişlerdi. 1539 yılında Kanuni Sultan Süleyman, İran seferine giderken Yavuz Sultan’ın saldırılarından kurtulan aşiretler, Dersim dağlarına sığınmışlardı. Koçgiri aşireti Sivas ve Zara bölgesine, İzol aşireti Malatya-Elazığ, Mazgirt-Pertek yörelerine, Kimsor, Şavalyan, Balaban, Horrmek aşiretleri Erzincan Tercan-Bingöl’e, Lolan, Hormek ve Abdalan aşiretlekri Muş-Varto’ya, Dersim’in bir kısım aşiretleri ise Erzincan, Bayburt, Erzurum, Bingöl, Sivas’ın ova ve Dersim’in Munzur’un sarp geçit vermez dağlarına sığınmışlardı.

1534 yılında Çemişgezek Sancak Beyliği’ne Ali Bey getirildi. Kardeşi Mehmet Bey de Erzurum valiliğine atandı. 21 Nisan 1561 yılında Osmanlı Rum Defterdarı Abdurrahman Efendi, Çemişgezek vergisini toplaması için görevlendirilmiştir. Osmanlı marası ve ümara başlarının adı verilmektedir. Bunların arasında Çemişgezek’in Pir Hüseyin Bey hâkimiyetinde olduğu da bu belgelerde belirtilmiştir. Çemişgezek, Yavuz Selim tarafından il haline getirildi. Sonraları nahiye statüsüne indirilmiştir.

1632-1641 yılları arasında yine Osmanlı kaynaklarına göre Liva Çemişgezek, Liva Mazgirt, Liva Pertek, Liva Kuzucan (Pülümür), Eyalet-i Sağman gibi yerler, Şerefname’de de belirtilmekte ise de, Osmanlı Devleti hiyerarşisinde sık sık başvurulan değişiklikler sancak ve livaların bazen Erzurum Beylerbeyliği’ne, bazen de merkezden gönderilen adaletnamelerde Diyarbakır Beylerbeyliği’ne bağlanarak sürekli değişme süreci yaşandığı görülmektedir.

1861, 1862 yıllarına ait bir Osmanlı salnamesinde yeni oluşturulan Harput Eyaleti’ne bağlı Kemağ olarak Dersim livasının bu tarihlerde adı geçer. 1872 yılında Nazımiye, 1847 yılında Pülümür kurulur. Daha sonra Ovacık ilçesi (Zeranik, Yeşilyazı, Pulur) 1846’da, Pertek ilçesi ve yine 1846 yılında bugünkü Mazgirt ilçesinin Akpazarı (Çarşancak, Peri) bucağına nakledilmiştir. 1881 yılında Çemişgezek kaza haline getirilerek belediye teşkilatı kuruldu. 1927 yılında ilçe olarak kurulan Pertek, 1927 yılında Elazığ’a, daha sonra da 1936 yılında Tunceli’ye bağlandı. 1566 yılında Dersim kısmen Osmanlı mülküne ilhak oldu ve Pir Hüseyin Bey’in yönetimine bırakıldı. Pir Hüseyin’in ölümünden sonra oğulları arasında beyliğin başına geçme rekabeti başladı. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman’a müracaat ettiler. Çemişgezek Beyliği’nin taksimini rica ettiler. O dönemde Osmanlı toprak sisteminde bir paylaşım yöntemi vardı. Bunun esas alınması koşulu ile Çemişgezek dört sancağa ayrıldı:

1. Çemişgezek Sancağı. 2. Mazgirt Sancağı, 3. Pertek Sancağı, 4. Sağman Sancağı.

Çemişgezek Beyliği’nin dört sancağa taksim edilmesinden dolayı Çarşancak denilmiştir. Pir Hüseyin Bey’in on altı oğlu sırasıyla şunlardır:

1- Mehmedi Bey: Mazgird Sancak Beyi.

2- Ferruhşad Bey: Mazgird Sancak Beyliği’ne biraderinin vefatı üzerine geçmiştir.

3- Rüstem Bey: Pertek Sancak Beyi.

4- Keyhüsrev Bey: Sağman Sancak Beyi.

5- Pilten Bey: Mazgird Sancak Beyi (biraderinin vefatı üzerine).

6- Yusuf Bey: 70.000 akça miktarında bir ze’amet. Kendisinden sonra oğulları yerini iştigal ettiler ve beylik böyle devam etti.

7- Muhsin Bey: 70.000 akça zeamet. Vefatında yine oğulları arasında taksim edildi.

8- Yakup Bey: 40.000 akça zeamet. Vefatında üç oğlu arasında taksim edildi.

9- Keykubad Bey: 50.000 akça zeamet. Kendisi Osmanlı Hanedanı’na pek ziyade sadık ve sabırlı bir kişiydi. Yemen Şavaşı’na katılmış, Yemen’den dönüşte İstanbul’da vefat etmiştir. Arazisi üç oğluna taksim edildi.

10- Keykavus Bey: Zeametinin miktarı azdı. Vefatında oğluna intikal etti.

11- Perviz Bey: Buna tahsis edilen zeamet miktarı bilinmiyor.

12- Behlül Bey: 40.000 zeamet. Vefatında üç oğluna taksim edildi.

13- Gülabi Bey: 40.000 zeamet. Serdar Mustafa Paşa ile Çaldıran Savaşı’na katılmış. Orada şehit olmuştur. Zeameti önce büyük oğlu Mahmud Bey’e, bunun vefatı üzerine küçük oğlu Ali Han’a kalmıştır.

14- Süleyman Bey: 20.000 zeamet. Kendisinin pek ziyade idare sahibi olduğu mezkurdur.

15- Haydar Bey: Biraderi Pilten Bey’in vefatı üzerine Mazgird Sancak Beyi olmuştur.

Kaynakça

Kaya Ali, Dersim Tarih, Pervane-Dört kapı Yayınları 6 Baskı, Sayfa, 240.-269, İstanbul,2022

NİKİTİN, Bazil, Kürtler.

BİTLİSİ, Şerefhan, Şerefname.

REFİK, Ahmet, 16. Yüzyılda Rafızilik ve Bektaşilik, s. 75-76.

ÇELEBİ, S.M. Hemdem, Solak Zâde Tarihi (Haz: V. Çabuk), Kültür Bak. Yay. Ank. 1989. C: II, s: 16.

Sultan Ahmet ve 274 Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-Tevarih (Haz. İ. Parmaksızoğlu)- Kültür Bak. Yay. İst. 1979, C: IV, s: 176.

TAŞ, Kibar, Tunceli, Dersim Osmanlı Hâkimiyetine Giriş ve Osmanlı’nın XVI. Asırdan İtibaren Sınırları İçinde Kızılbaşlara Karşı Tutumu ve Bunun Dersim’e Etkisi adlı makale. Bkz. Eylül 2014, 109 Aktaran

Nur Ali Halife olayı için bkz: ÖZ, Baki, Osmanlı’da Alevi Ayaklanmaları, Ant Yay., İst, 1992, s. 193. Nur Ali Halife olayına ilişkin belge ve Osmanlı Vakainamelerinden bölümler için bkz: ÖZ, Baki, (Der.) Alevilik ile ilgili Osmanlı Belgeleri, s. 51-53, Ant Yay., İst. 1995, s. 251

v.d. 1527 yılında Osmanlı idari bölüşümüne ilişkin Bkz. TSA. s. 246.

16- Allahverdi 285 YILMAZÇELİK, Doç. Dr. İbrahim, (XIX. YY. da Diyarbakır).

İdris-i Bitlisi, Heşt Behişt,2001: 135-136

YETKİN, Çetin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimleri, s. 161.

Tansel, 1969: 28)

Müneccimbaşı Ahmed Dede, Müneccimbaşı Tarihi (Haz. İ.Erünsal)- Tercüman Yay. C: II, s: 456-457

Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, No: 9647.

Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, No: 10739)

Müccimbaşı Ahmet Dede, Müneccimbaşı Tarihi (Sahaifül-Ahbar fi Vekayi-al-A’sar) (Haz. İ. Erünsal)-Tercüman Yay., C:II, S: 435-436.

ÜNAL, Doç. Dr. M. Ali, (Palu Hükümeti278 ÖNEKÇİZ, İsmail, Şah İsmail, Cem Yayınları, 2000.

FIRAT, M, Doğu İlleri ve Varto Tarihi, s. 79. MUTİN, Hasan Hakan, T.C. Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmalar Enstitüsü Türk Tarih Anabilim Dalı, Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet Döneminde Dersim. (1908-1938) Doktora Tezi, 2016,

İstanbul s. 50-51)

ÜNAL, Doç. Dr. M. Ali, (Palu Hükümeti)

Bey: Haydar Bey’in vefatından sonra Mazgirt Sancak Beyi olmuştur. 285 YILMAZÇELİK, Doç. Dr. İbrahim, (XIX. YY. Da Diyarbakır).

ÜNAL, Doç. Dr. M. Ali, (Palu Hükümeti)

YILMAZÇELİK, Doç. Dr. İbrahim, (XIX. YY. Da Diyarbakır).